Eğitim-Bir-Sen, Ankara, 2010
Kriz ve savaş dönemleri pek çok şeyi örter; normal zamanlarda
tahayyül edilmesi zor eylemleri olağanmış gibi gösterir. Hukukta da
böylesi dönemler için ayrı düzenlemelere gidilmiştir.
Kriz ve savaş dönemlerinin üzerinde durulması gereken en önemli
yönü “gerçeklik” denilen olguyla ilgilidir. “Gerçeklik” bu tür
olağandışı zamanlarda öngörülemez bir hal alır, çatallanır, bölünür,
sarsılmalarla ele avuca sığmaz bir alana doğru savrulur. Bu yüzden
de gerçeklik, gücün “beklenmedik, apansız” zaferinin yanındaymış gibi görünse de, gerçekte gücün yanında yer almamıştır ve
almayacaktır. Doğal olarak güç ve güce dayanarak elde edilmiş iktidarların sorun üreteceğini ve sonunda da yıkılacağını ön görmek
hayalcililik değildir.
O halde, sormamız gereken sorulardan biri şu olabilir: İnsanlar
neden yanılırlar ve gerçeğe karşı körleşirler? Nedenlerden biri,
insanın karar alma süreçleriyle ilgilidir. O, çoğu zaman şimdiki
zamanda görebildiği olaylara, olgulara ve durumlara odaklanır.
Ancak duyularımıza çarpan olaylar-olgular, fark edilmeyen ya da
fark edilemeyen pek çok gerçekliği gizler. Bu nedenle de tarihin her
döneminde, görünen bir kargaşanın ya da mutlu-müreffeh tablonun
altında gizlenmiş bir yeraltı gerçekliği olmuĢtur ve zamanla gün
yüzüne çıkmıştır. Anlaşılması için de, “Ben buradayım” demesini
beklemek gerekecektir. Toplum olarak bugünümüzü kuşatan
yarınlarımız için de tehdit oluşturan iklimin böylesi derin süreçlerle
ilişkili olduğunu düşünmemizin önünde bir engel yok.
Üzerinde durmamız gereken başka bir konu da, insanın dış dünya
ile kurduğu bağdır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, gündelik
hayat dünyası, hayatlarını anlamlı bir biçimde idare etmekle uğraşan
toplum üyeleri tarafından sadece gerçeklik olarak kabul edilmekle kalmaz; o, aynı zamanda onların düşünce ve eylemlerini doğuran bir
dünyadır.
Başka açıdan insan ve dış dünya arasındaki bağa baktığımızda,
çok önemli sonuçlara ulaşırız. İnsanın içinde yaşadığı zihinsel ilişki,
varlığını yalnızca içten kuşatmaz, ona aynı zamanda her zaman hazır
ve nazır bir dış dünya algısı sunar. Bu dış dünya, öyle belirleyici
konuma yükselebilir ki, bilinç, özellikle de içsel varlığını temsil
ettiğini sandığı noktada aslında dışsal dünyayı yansıtır ve bu nedenle
de dışsal dünyanın ötesine geçmede başarısız olması bir yana, başka
türlü bir dünyanın olabileceğine ihtimal bile veremez. İnsanın içinde
bulunduğu bu durum, dışarıdan nasıl yorumlanırsa yorumlansın, her
toplumsal üye, mevcut koşulların birer örneği ya da parçası olmaktan
memnundur.
Aslında bir döngüden söz ediyoruz. Çoklu gerçeklikler arasında
kendini en üstün gerçeklik, en heybetli, en ısrarcı ve en şiddetli
tarzıyla kendini bilince dayatan, kendi ritüelleri ve sembolleriyle her
defasında yeniden doğan gündelik hayatın döngüsüdür bu. İnsanlar
çoğu zaman bu dünyanın ötesine geçmek için bir arzu da duymazlar.
İçinde bulundukları değerler sistemini “en yüce şey” olarak görürler.
İnsan bilinci de tekrar tekrar tuzağa düşmekten kurtulamaz. Sonuçta
insanın kendisini hem içten hem dıştan kuşatan süreçlerin doğasını
görebilmesi ve özgürleşmesi kolayca gerçekleştirilebilecek bir eylem
değildir. Bunlardan kurtulabilmesi için insanüstü bir çaba göstermesi
gerekecektir. Sosyolojinin görevi de, bireylerin bir araya gelme
yollarını, grup oluşturma biçimlerini ve bunların birbiriyle nasıl
etkileşime girdiklerini betimlemek; benlik ve toplumsallık için
etkileşim modellerini ortaya çıkarmaktır. Çünkü toplum, esas olarak,
bireylerin kesintisiz etkileşiminin bir ürünüdür.